Sıra sıra pencereler. Hepsi kendi cüz-i iradesine sahip halleri ile kendini gösterirken bir yandan da hepsi varlık aleminde külli iradeye tabi. Burada sokak adeta külli iradenin tezahürü. Pencere ise cüz-i iradeye gibi.
Yine hararetle seyredegelen o sıkış tıkış otobüsten inilmiş, Geçen gün kepçeyle yıkılarak yerine beton dökülmüş ağacın olduğu sokaktan ıstırapla aheste aheste yürüyüşüme devam etmekteydim. Bir an nedense durmuştum ve etrafı süzdüm. Vicdanımın göğsümde yarattığı baskıdan olsa gerek. İşte o anda altlı üstlü duran ve birbirinden hiç mi hiç haberi olmayan pencerelerle karşılaştım. Bir anlık duyuş ve çağrışımlarla pencerelerin arasındaki mesafevi yakınlık ama aynı zamanda aralarında var olan mükemmel biçemsel tezatlık. Bu gerilim pencereleri duvardan koparıp zihnimin derinlikerine fırlatırken yolculuğuma devam etmek icap ediyordu. Zihinsel gerilim her an tırmanarak devam ediyordu.
Peki ya alttaki? Onunda buzlu pencerelerinin yerine şeffaf bir yüzey olsaydı pürüzsüz ve keskin rütuşlarıyla harikulade modernist bir pencere olmaz mıydı? Bu düşünce beni heyecanlandırdı doğrusu.
Peki benim modern ve post-modern diye bir kalıba koyduğum bu pencereler yerine daha başka üslupta pencereler sokaktan geçenleri selamlayamaz mıydı? Zihin, sorularla cebelleşirken pencere ve üslup arayışları başlamıştı. Asıl sorular yeni başlıyordu. Burada başka üsluptan, başka duyuştan, başka medeniyetten, başka dünya algısından pencereler inşa edilmiş olsaydı nasıl olurdu? Başka dünyaların daha başka dünyalara bir boşluk aracılığı ile ulaşması isteği. Buna her medeniyet kendince bir bakış ve görüş tayin etmişti. İşte, harika olanda bu olsa gerek. Şunu belirtmek gerekir ki buradaki sorgulamalar kesin ispatlanabilir yargılarla değilde, akış halindeki bir zihnin duyuşlarından ibarettir.
Acaba bu duvar, 19. Asırda Londra sokaklarında yürüyen bir fabrika işçisinin gözünden, bir İngiliz soylusunun evinin penceresi olsaydı nasıl olurdu? Acaba bir işçi devriminin ateşini mi körüklerdi yoksa asil duruşu ile seyir zevki mi uyandırırdı acaba.
Ya da acaba savaş sonrası büyük Almanya dirilişinin heyecanı ve azmiyle bir Bauhaus okulunda okuyan talebe ne hissederdi bu pencereye bakarken. Nasıl bir mekanizma öngörürdü kim bilir? Acaba o talebe Mies Van der Rohe’nin ofisinde o pencere detayını inceleyen hevesli gençlerden birisi miydi acaba?
Net duruş ve tavırları ile mimarlığı yeterince idealize etmeyi öngören akımların ardından biraz da varlık zaman ve mekan ile 14.yüzyıldan beri şekillenen halk eli ile inşa edilmiş bir geleneksel Osmanlı evi önünden geçiyor olsak peki. Oraya gelene kadar da helezonik sokaklarda bozkır türküleri mırıldanıyor olsak. O irili ufaklı pencere silsileleri önünden geçtiğimizi hayal etmeden geçemez oluyoruz bu sokaktan.
Acaba Le Corbusier İstanbul sokaklarında yürürken neler hayal etmişti demeden de geçemiyoruz. Sıra sıra pencereler. Hepsi kendi cüz-i iradesine sahip halleri ile kendini gösterirken bir yandan da hepsi varlık aleminde külli iradeye tabi. Burada sokak adeta külli iradenin tezahürü. Pencere ise cüz-i iradeye gibi.
Her medeniyet bir görüş bir bakış ve perspektif ile dünyayı algılar. Dünyayı algıladığı yere göre bir tasavvur ortaya koyar. Bununda en somut örneğini de kesinlikle şehirler ve meskenlerde yerini bulur. Dünyadaki varlığı idrakimiz ve şuurumuzca nesneleri algılar ve ona göre kendi PENCERElerimizi inşa ederiz. Bu bir yapısal mesele olduğu kadar idrak meselesidir de. Acaba 21. yüzyılda bizler dünyaya nasıl bir pencereden bakıyoruz ya da bakmayı hayal ediyoruz? Diye mırıldanmaktan alamıyoruz kendimizi. Bu asırda pencerelerimize render perspektiflerinden mi bakıyor olacağız. ‘’render’’ize olmuş mekanlarımız bize neyi hayal ettiriyor. Sanal dünyada inşa ettiğimiz mekanların bizi götüreceği yer render sahnelerinin arka fonundaki acaip pencere ve sonrası imajlardan ibaret mi kalacaktır? Oysa ki tam da güzel bir render alıyordum…