2022
Rasyonel Aklın Sınırı üzerine…
İnsanoğlu endüstri devrimiyle akıl diye tarif ettiği efendi kimliğiyle ‘’ötekini’’ bastırmanın kırılma anını yaşamıştı. Sonucunun ne olacağını hiç düşünmemişti ya da düşünmüştü. Akıl yine yeni ötekininde üstesinden gelecekti çünkü köklerden gelen ses bunu fısıldıyordu. Baş karşıt doğaydı çünkü doğa insanı sınırlıyordu bazen sel ile bazen derinden gelen ürkütücü sessizliği ile. Bunun üstesinden ancak rasyonel akıl ile gelinebilirdi. İnsan bilinci endüstri devrimiyle bir zafer kazanmış gibiydi ve bu zafer batı medeniyetinin kökenlerinden beri izini sürdüğü hasretti. Evet, İnsan akıl ile her şeyi yapabileceğine inanmıştı artık. Aklın referansı ruh yerine insan zihni artık olmalıydı çünkü ruhun bilimsel gerçekliği yoktu adeta akıl işi değildi.
Evet, akıl kendi eserini göğe yükselen devasa kütlelerle ortaya koyuyordu. Beden de artık tamamiyle hesapçı aklın himayesindeydi ya da ismi her ne ise onun. Ona göre yemek yiyor, ona göre spor yapıyor, ona göre bedenin ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılamayı umuyordu. Beden bu tahakkümde iken bedenin varlığının ürünü olan mekanda bundan nasibini almıştı. Evet beden ve mekanda akılcı olmayan her unsur anlamsızdı ve bir şey ifade etmiyordu. Akıl güce tabi olduğundan her zaman daha fazlasının düşlerini kurup kendi saltanatını her yere ulaştırmak için var gücü ile kendi temsil medeniyetini kurdu. Bu medeniyetin ana unsuru kontroldü. Kontrol mekanizmasına tabi olmamış her şey ya ehlileştirilerek ya da dışlanarak sistemin bilinçli bir kontrol aracına dönüşüyordu.
İnsanlar kırsalın envai çeşit noktasında kurduğu geleneksel metodolojilerle kendince yerel bir yaşam biçimi oluşturmuştu. Bu insanlar doğayı bir nesne değil söyleşilen bir ahbap olarak kabul etmişlerdi. Tıpkı Aşık Veysel’in sadık yari olan toprakla münasabeti gibi. İnsanlar evrenin kaotik düzeninden çıkardığı dersler ile doğa öznesine göre yaşamını şekillendiriyordu. Lakin şehirlerde durum çok başkaydı. İnsanın biyolojik yaşam döngüsünü düzenleyen unsur olan gece-gündüz döngüsünden başka bir döngü vardı. Burada zaman ve yaşam güneşin doğuşu ve batışına göre ayarlanmak yerine içinde bulunduğumuz ofisin duvarındaki akrep ve yelkovanın kendi iç hararetine göre ayarlanıyordu. Sabahın 8’inden akşamın 5’ine kadar benimle olan akrep ve yelkovan. Ne zaman yiyip içeceğimi, ne zaman oturup ne zaman kalkacağımı, ne zaman eğleneceğimi, ne zaman bu garip bilmem kaç katlı binadan çıkacağımı benim yerime belirleyen şey.
Aman her neyse… Her günkü rutinim olduğu üzere saat 17.03 ve ben işten çıkmış 17.15 de durağa gelecek olan ve 17.38 de sokağın başında duracak olan otobüse yetişmek için bu yağmurda aheste aheste yürüyorum. Bir mimar olarak etrafı izlerken binaların saçak detayının ne kadar kusursuz işlendiğini görmemek elde değil. Akıl işi olsa gerek. Binanın brüt beton cepheside harika işlenmiş ama kokusu yok, rengini kime sorsan söyler, kaldırım yıllardır aynı genişlikte hatta yıllardır kaldırımın bir taş bloğu çıkarılarak oluşturulmuş dörtgenin içine ekilen ağaç bile artık kokusundan ve renginden mahrum kalmış. Oysa ki köyde doğup büyüdüğüm ahşap ev her sabah gözümü açtığımda bir başka renk tonunda ve kokusundaydı. Yağmur yağdığında başka, Güneş açtığında başka, soğuk bir bayram sabahında çok daha başkaydı. Benim ne işim var bu garip akıl işi binaların arasında? Hey, Yine aklım nerelere gitti? Her neyse vakit doldu hayatımda bana ait olan tek şeyim olan bu 12 dakikanın bitmiş olması lazım. Ben aylak aylak yürürken otobüs olağanca dakikliğiyle bugün de durakta durmuş beni bekliyor…